![Selefiler ve Tasavvufçuların Görüşleri, Ali Hoşafçı](http://ideacdn.net/shop/aa/11/myassets/products/477/pr_01_477.jpg?revision=1697143329)
Selefiler ve Tasavvufçuların Görüşleri, Ali Hoşafçı
Kategori
Yayınevi
Barkod
Selefilere Reddiye Kitabı
Yazar
327,60 ₺
Tevessül, Râbıta, Teberrük, Şefaat, Ta'zim, İstiğase, Ölü işitirmi, Tesbih Çekmek
Selefiler ve Tasavvufçuların Görüşleri
Hadislerin Tahriç ve Değerlendirmeleriyle
Yazar: Ali Hoşafçı
Sayfa Sayısı : 385
Boyut : 14 x 20 cm
Basım Yeri : İstanbul
Kapak Türü : Karton Kapak
Kağıt Türü : Karton Kapak
Dili : Arapça - Türkçe
Dağıtım: Kitap Takipçileri
Temin Süresi : Aynı Gün Kargo
Vahhabi ve Selefinin yolundan gittiğini söyleyen selefiler ile tasavvufçular arasında bazı ihtilaflı meseleler var,
Biz bunlardan ölü işitirmi tevessül, isğaze, teberrük rabıta, tazim, tesbih çekmek ölülere kuran okumak, şefaat gibi konuları ele alıp her iki tarafın delillerini hadislerin tahric ve değerlendirmeleriyle yazdık.
Tevessül ülkemizde akademik çalışmalara konu olmuştur.
Bekir TOPALOĞLU danışmanlığında Ali ATAÇ'ın Doktora tezi Ahmet YILDIRIM, İsmail ÇALIŞKAN'ın Yüksek Lisans Tezi, Genel olarak zayıf kalmıştır.
Bu sebeple Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Zekeriyya Güler daha geniş bir çalışma yapmıştır.
Bizde hem Zekeriyya Güler hoca efendiden ve diğer dalında uzman olan kişilerin eserlerinden istifade ederek daha geniş ve birleştirici eser hazırladık. İstifade etmeniz dileğiyle..
*Kitapt
*Kitap'tan Bir Bölüm
Vahhabiler ile benzer düşüncelerde olan kendilerine Selefîler diyenlerin görüşlerinin kaynağı İbn Teymiyye’dir. Talebesi İbn Kesîr (ö.774/1372):
"İbn Teymiyye’nin devlet ve ulemânın huzurunda tevessülün haram olduğu görüşünden kendi isteğiyle vazgeçip, mübah olduğunu kabul ettiğini, fakat istigâse’nin haram olduğu görüşü üzere devam ettiği sözünü bizlere”nakletmiştir.[1]
İbn Teymiyye (ö.728/1328)’yi görüşlerinin kaynağı olarak kabul edenler, İbn Teymiyye’nin bu sözü korkusundan dolayı söylemiş olabilir derlerse; biz de deriz ki: Siz insanların sözlerinin zâhirine göre hüküm vermiyor muydunuz? Ayrıca İbn Teymiyye korksaydı istiğase’nin haram olduğunu söylemez ve görüşünde ısrar etmezdi.
Vahhâbîlere, vahhâbî denilmesi görüşlerinin kaynaklarından biri olan Muhammed bin Abdulvahhâb (ö.1201/1787) olmasından ötürüdür.
Muhammed bin Abdulvahhâb’ın tevessüle dair görüşleri:
Muhammed bin Abdulvahhâb’a, bazı âlimlerin yağmur duâsı hakkında açıklama yaparken "Salih kullarla tevessül etmekte bir sakınca yoktur” sözlerinden ne kastettiklerini, "bir mahlûktan yardım (istiğase) dilenemez” hükmüne rağmen, nasıl olup da İmâm Ahmed’in:
"Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile tevessül etmekte bir beis yoktur” diyebildiğini sorarlar. O, cevabında şu açıklamayı yapar:
"Aradaki fark açıktır. Bazılarını Salih kullarla tevessüle izin vermeleri, bazılarının sadece Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile tevessüle izin vermeleri, âlimlerin çoğunluğunun da tevessülü yasaklayıp kerih görmüş olmaları, fıkha taalluk ettiği için mevzumuzun dışında bir konudur. Her ne kadar bize göre doğru olan cumhurun bunu mekruh görmesi olsa da, içtihadî meselelerden birisinin muteber olmadığını ileri sürmek muteber değildir. Bu yüzden tevessül edenleri de reddedemeyiz. Bizim inkâr ettiğimiz şey, bir mahlûka hem de Allah’a edildiğinden daha fazla duâ ediliyor olması, şeyh Abdulkadîr ya da bir başkasının kabrine yönelip sıkıntıların giderilmesi ve isteklerinin verilmesi için saygı ile ondan istekte bulunulmasıdır. Burada nerededir sırf Allah’a duâ etmek? Nerededir Allah’la beraber hiç kimseye duâ etmemek? Ama birisi çıkar duâ ederken "Allah’ım! Ben senden Peygamberlerin ya da Salih kullarının vesilesi ile şunu şunu istiyorum” diye duâ etse, sadece Allah’a duâ ettikten sonra, herhangi bir kabrin yanında duâ ediyor olsa bile, bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir.[2]diyor.
Muhammed bin Abdulvahhâb’ın bu sözleri, tevessülün ona göre de câiz olduğunu göstermektedir. Ona göre tevessül, cumhur ulemânın mekruh gördüğü bir şeydir. Ama mekruh, haram bile değildir. Nerede kaldı ki bazılarının dediği gibi bid’at ya da şirk olsun.
Tevessülü kabul etmeyenlerin itibar ettikleri büyük âlimlerden Ebû’l Ferec İbnu’l Cevzî’nin (ö.597/1200)soyu Ebû Bekir Sıddık’a dayanır. İbn Cevzî ismiyle meşhur olmuştur. (İbn Cevzî, İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim el Cevziyye’den bir asır önce yaşamıştır.)
Ebu’l Ferec İbnu’l Cevzî’nin Tevessülü Kabulü
Ebu’l Ferec İbnu’l Cevzî: Nefsimi terbiye edemedim bazı salih kişilerin kabrine gidip onları aracı yapıp düzelmem için duâ ettim. [3]
İbn Teymiyye, İzzuddîn b. Abdusselâm’ın (ö.660/1262) sadece Peygamber ile tevessülü kabul ettiğini söylüyor. [4]
Şevkânî:(ö.1250/1834) Allah (Celle Celalühü)ü Tealaya fazilet ve ilim sahibi zatlarla tevessül etmek, hakikatte onların salih amelleri, faziletleri ve meziyetleriyle tevessül etmek demektir. Zira fâzıl zat ancak yaptığı amellerle faziletli olur.[5]
Ebû Hanîfe (ö.150/767):
Tevessülü kabul etmeyenler Ebû Hanîfe’nin tevessülü kabul etmediğini söylüyorlar. Doğru olan ise El Feteva’yı Hindiye c:5, s: 318 Ebû Hanîfe "Hakkı için” yapılan duâyı kerih görür. Doğrudur. Ebû Hanîfe bu sözünü kişinin yaptığı iyi bir işten dolayı Allah (celle celâluhu) o kişiye sevap vermeye mecburdur, düşüncesinde olan Mutezile’nin önünü kesmek için sedd-i zerîa kabilinden söylemiştir.
Ama "hürmetine veya hatırına” şeklindeki tevessülü inkar ettiğine dair, mezhebinden hiçbir kimse İmâm Azam’dan böyle bir haber nakletmemiştir. Hanefî âlimlerinden ve muhaddislerinden İmam Aliyyü’l Kârî, bu mekruhluğun hakk sözüne vaciplik (mecbûriyet) mânâsı yüklendiği takdirde olacağını, zira vaciplik veya mecburiyet mânâsında kimsenin, Allah (celle celâluhu) üzerinde hakkı olmadığını, ancak hürmek ve tazîm mânâsında kullanıldığı zaman bunun tevessül babından olacağını, Allah’ın (c.c.) "O’na varmaya vesile arayın” buyurduğunu ve bunu el-Hısnu’l-Hasîn’de de yazdığına göre duânın âdaplarından kabul edildiğini ve bu hususta yukarıdaki hadisin geldiğini söylüyor. [6]
Yine Hanefî âlimlerinden İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr’ında bunu ondan kabullenerek naklediyor. [7]
Bunlardan da önce, "Falancanın hakkı için” ifâdesinin hürmetine demek olduğunu, vâciplik demek olmadığını ve bunun hadislerle sâbit olduğunu, bu ifâdeyi câiz görmeyenlerinvâcibliğe mecbûriyet mânâsı yüklediğini, ama burada mânânın bu olmadığını daha önceleri İmâm Sübkî de söylemiştir. [8]
Ebû Yûsuf (ö.183/798):
"Falan kişinin enbiyânın veya Kâbe’nin hakkı için” denilerek yapılan duâyı Ebû Yûsuf câiz görmüştür.[9]
Âlûsî:(ö.1270/1853) Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zatı ve makamı ile tevessülü kabul ediyor. Diğer insanlarla olanı kabul etmiyor.[10]
Âlûsi’nin bu husustaki görüşleri karışık. Aynı kaynakta Allah’ın katında üstün bir yeri olduğu kesin bilinenle de tevessül edilebileceğini söylüyor. (yani "dostlarının hatırına” denilebilir) Ancak dostun Ahmed Efendi hatırına denmez; diyor. Çünkü onun Allah katında rutbesi var mı yok mu? Bilinmiyor. Bu yüzden onunla tevessül Allah’a karşı bir cür’ettir, diyor Alûsi.
Biz de deriz ki; burada hüsnü zan asıldır. Mü’min’in cenaze namazı ve mü’minliğine şahitlik gibi. En fazla olsa olsa kişi yanılmış olur, endişe yersizdir.
Âlûsi: "Allah’ın (Celle Celalühü) Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olan sevgisi sebebiyle” tevessül edilmektedir. Tevessülün hikmeti burada saklı olsa gerek.[11]
Hanbelî:
Tevessülü kabul etmeyen müslümanlardan bazıları Hanbelî, bazıları da tüm mezheblerden faydalandıklarını söylüyorlar. Mezheb imâmlarından Ahmed b. Hanbelî (ö.241/855) tevessülü kabul ediyor; mezhebinin görüşü de bu yöndedir. Mensek adlı eserinde de yazılıdır. Ayrıca Elbânî’nin Tevesseül adlı eserinin 62. sayfasında Ahmet b. Hanbel’in tevessülü kabul ettiğini yazıyor.
İmâm Şâfî’: (ö.204/819)
İbn Hacer Savâiku’l-Muhrika li Ehli’d-Dalâli ve’z-Zendeka adlı eserinde İmâm Şafî, ehl-i beyt ile tevessülde bulunurdu der.
İmâm Şâfî’ şöyle anlatıyor: Bir ihtiyacım olduğunda iki rekat namaz kılar, Ebû Hanîfe’nin mezarına gider ve orada duâ ederdim. O’nun bereketiyle ihtiyacım derhal karşılanırdı.[12]
İbn Hacer, (ö.852/1448) el-Hayrâtül-Hisân fî Menâkibi’l-İmâm Hanîfeti’n-Numân adlı kitabın 25. faslında İmâm Şafî, Bağdat’ta Ebû Hanîfe’nin kabrine gelip onun ile Allah’a (Celle Celalühü) tevessülde bulunurdu diyor.[13]
İmâm Kevserî (ö.1371/1952) sahih bir isnadla olduğunu söylemiştir. Kaldı ki; İmâmŞâfî’ tevessül ile ilgili değişik haberleri mevcuttur. Ayrıca İmâm Şâfî’ ileride gelecek olan Teberrük bahsinde açıklandığı gibi Ahmed b. Hanbel’in gömleğiyle tevessülde bulunmuştur.[14]
İmâm Mâlik: (ö.179/795) İbn Humeyd’in bildirdiğine göre Abbâsi halifesi Ebû Câfer hacca gittiği zaman Hz. Peygamber’in mezarını ziyarete vardığında orada bulunan İmâm Mâlik’e: "Yâ Ebâ Abdillah! Yönümü Kıbleye dönüpte mi duâ edeyim?” dediğinde, İmâm Mâlik "Niçin yönünü ondan çevireceksin? Halbuki o senin baban Âdem’in (a.s) vesilesidir. Bilakis Rasulüllah’a yönünü dön. Onun şefaâtini iste, seni affeder.” dedikten sonra "Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.” (Nisa 4/64) âyetini okudu yani İmâm Mâlik, Hz. Âdem’in (Aleyhisselâm) Peygamberle (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yaptığı tevessülü kabul edip bir fıkhî meselede delil getirmiştir.
Âdem Peygamber hata işlediği zaman dedi ki: "Ey Rabbim! Muhammed’in hakkı için senden af diliyorum”
İmâm Mâlik’in bu olayı Subkî, (ö.771/1369)Şifâü’s-Sikâm’ında Es’Seyyid Semhûdî, Vefâ’ul Vefâ’sında, El-Kastallânî (ö.923/1330) El-Mevâhibü’l-ledünniyye’sinde, zikretmişlerdir.
Bu olayın sağlamlığı ve râvîlerinin tahric ve değerlendirmeleri, ileride Âdem(Aleyhisselâm) hadisesinde daha geniş bir şekilde açıklanacaktır.
İmâm Subkî: Tevessülün müstehab olduğuna dair dört mezhebin nasslarını Şıfâü’s-Sikam fî Ziyâreti Hayrıl-Enâm adlı kitabında geniş olarak açıklayıp, câiz görmüştür.
Zat ile tevessülü kabul etmeyen Vahhâbî ve Selefîler, tevessülü kabul edenleri, Allah’a (Celle Celalühü) ortak koşmakla suçluyorlar.
Biz de deriz ki: İtibar ettiğiniz Şevkânî, hem Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile hem de salihler ile tevessülü kabul ediyor. İtibar ettiğiniz diğer bir âlim olan İbn Cevzî kabirlere gidip, ölmüş salih insanlarla Allah (Celle Celalühü)’a tevessül ettiğini söylüyor. İbn Teymiyye Peygamberimizle (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tevessül ile ilgili görüşünü değiştirip, mübah görüyor. Mezhepimâmı Ahmed b. Hanbel ve İzzuddîn b. Abdüsselâm Peygamberimizle (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tevessülü kabul ediyor.
Muhammed b. Abdulvehhâb’ın şu sözü: "Fakat birisi çıkar duâ ederken "Allah’ım! Ben senden Peygamberlerin ya da Salih kullarının vesilesi ile şunu şunu istiyorum” diye duâ etse, sadece Allah’a duâ ettikten sonra, herhangi bir kabrin yanında duâ ediyor olsa bile, bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir.” [15] demesi de ayriyeten aleyhinize olan bir delildir.
Hal böyle olunca savunduğunuz birçok fikirlerin kaynağı olarak gösterdiğiniz yukarıda adı geçen âlimleriniz, sizin şirk olarak kabul edip bunu yapana kâfir dediğiniz bir ameli yapıyorlar. Ne diyeceksiniz?
Onlar da bir insandı, hata yaptılar, derseniz! Biz de deriz ki "Sen kabirdekilerine işittirici değilsin” (Rûm, 52) ve (Fâtır, 22.) âyetlerinin zâhirlerine göre ölünün işitmediğini söylüyorsunuz. Demek ki; size göre okuma yazma bilen bu zâhir manayı anlaması gerekir. Fakat görüşlerinizin kaynağı olan İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim ölülerin işittiğini iddia etmekte devam etmişlerdir.
Ayrıca itibar ettiğiniz diğer âlimler, size göre okuma yazma bilen bir insanın anlayacağı "İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn” âyet-i kerimesinin manasını anlayamadıkları için mi zatlarla tevessülü kabul ettiler? Anlaşılması bu kadar âşikâr ve basit olan mevzularda bu âlimlerinizin hata ettiklerini söylerseniz, birçok konuda da hata edebileceklerini imâ etmiş olursunuz. Böylece onların görüşlerini savunduğunuz için siz de hata içinde olduğunuzu başka konularda da hata edebileceğinizi istemeden de olsa itiraf etmiş olursunuz.
Zât ile tevessülü kabul etmeyen Selefîler diyorlar ki, Allah’ın (Celle Celalühü) güç yetirebileceği bir şeyde kalben ya da dille başkalarına seslenip duâ edenin veya O’ndan başkasından yardım dileyenin "Lâ ilâhe illallâh Muhammedun Rasulullâh” dese yahut namaz kılıp oruç tutsa ve hacca gitse bile müşrik olur, diyorsunuz.
Hz. Süleyman (Aleyhisselâm) aylarca uzaktaki Belkıs’ın sarayındaki tahtını, huzurundaki insan ve cinlerden oluşan topluluğa hitaben "bana kim getirir” diye istiyor. Âyette "Belkıs’ın tahtını hanginiz getirir. (Neml/38) (cin) İfrit: Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Ve gerçekten bunu yapmaya hem gücüm hem de güvenim var dedi. (Neml/39) Yanında, kitaptan bir ilim bulunan zat ise "Ben onu sana gözünü kırpmadan önce getiririm.” dedi. Derken onu yanında durur görünce "Bu Rabbimin bir lutfudur.” dedi.
Üç aylık mesafede sarayın içindeki tahtı göz açıp kapayana kadar duvarlardan geçirip getirmeye Allah (Celle Celalühü) gücü yeter hiçbir insan bunu yapamaz.
Süleyman (Aleyhisselâm)bunu Allah’tan değil cin ve insanlardan istiyor. Allah(Celle Celalühü) buna kızmıyor, bir de Kur’ân’a yazıyor. Sizin mantığınıza göre Süleyman (a.s) şirk mi işledi. Ne kadar yanlış düşünüyorsunuz.
Süleyman (Aleyhisselâm)’ın yanındaki cin diyor ki bunu yapmaya gücüm ve güvenim var diyor, Cin’e, Hızır aleyhi’s-selâm’a bu gücü veren Allah (Celle Celalühü), bir Allah dostuna neden vermesin. Vermeyeceğine dair elinizde bir delil var mı yok ama vereceğine dair bizim elimizde çok deliller var.
Zât ile tevessülü kabul etmeyenlerin itibar ettikleri âlimlerinden İbn Teymiyye şunları anlatır:
Esvedül-Ansî, peygamberlik iddiasında bulunduğu zaman Ebû Müslim’i çağırtmış ve ona "benim peygamberliğimi tasdik ediyor musun?” diye sormuş. "Hayır tasdik etmiyorum” diye cevaplamış. Bunun üzerine Esved "Peki Muhammed’in Allah(Celle Celalühü)’ın Rasulü olduğunu kabul ediyor musun?” Elbette kabul ediyorum cevabını alan Esved gazaba gelmiş, bir ateş yakılmasını ve Müslimin ateşin içine atılarak yakılmasını emretmiş adamlarına. Bu emri yerine getiren adamları, Müslimi ateşin içinde namaz kılarken gördüler, hiçbir şey olmuyormuş gibi Ebû Müslim, Allah (Celle Celalühü) Rasulunun vefatından sonra Medine’ye gelmişti. Hz. Ömer(Radıyallahu Anh) onu kendisiyle Hz. Ebû Bekir arasına oturtmuştu.
Hz. Ebû Bekir (ö.13/634) (Radıyallahu Anh) hazır bulunanlara "Allah (Celle Celalühü)’a hamd olsun ömrüm sona ermeden Allah (Celle Celalühü)’ın Rasulu Muhammedin ümmetinde İbrahim Halilullah gibi ateşe atılıp da kurtulan birini görmeyi bana nasip etti.”[16]
Ebû Hureyre (Radıyallahu Anh) anlatıyor: Rasulüllah Alâ bin Hadramı Bahreyne gönderdiği zaman bende onunlaydım, ilginç üç kerâmetini gördüm.
1- Deniz kenarına gelince besmele çekip yürüyün dedi ve yürüdük, su develerin ayaklarının alt kısmını bile ıslatmadı.
2- Çölden geçerken suyumuz bitti. Durumu bildirdik. İki rek’at namaz kıldı sonra duâ etti, birdenbire yağmur yağdı.
3- Vefat edince mezarı kayboldu.[17]
Ölü ya da diri herhangi birine seslenip yardıma çağıran kimse, yardım istenilen kişinin Allah’tan ayrı, tek başına zarar ve fayda vermeye güç yetirebildiğine inanıyorsa, Allah’a şirk koşmuş demektir. Ancak, Allah insanların birbirine yardım etmesine izin vermiş, ihtiyacı için yardım isteyen kişiye icabet edip yardım etmeyi emretmiştir.
Sıkıntıda olanın sıkıntısının giderilmesi, muhtaç ve zorda olana yardım edilmesi gerektiği ile alakalı birçok hadisi şerif varit olmuştur.
Sahâbeyi kiram, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)den şefaât diler, hastalık, belâ, borç gibi, aciz oldukları her hangi bir durumda ona hallerini anlatır, sıkıntılar için ona müracaat eder, ondan yardım isterlerdi. Böyle yaparken şunu gâyet iyi biliyorlardı ki; Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) menfaate nail olmak ve zarardan emin olabilmek için bir vasıta ve sebep olup hakikatta her şeyi yapan Allah (Celle Celalühü)’dür.
Ebû Hureyre (Radıyallahu Anh) unutkanlığını Peygamberimiz’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)şikâyet ediyor:
Buhârî ve diğer kaynaklarda zikredilen bir rivâyete göre; Hz. Ebû Hureyre(Radıyallahu Anh) Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e duyduğu hadisi şerifleri unuttuğuna dair şikâyette bulunarak, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e şöyle der: "Ya Rasulallah! Ben senden birçok hadis duyuyor ve unutuyorum. Duyduklarımı unutmak istemiyorum.” Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunun üzerine Ebû Hureyre’ye:
"Ridânı yere ser” buyurdular. Ebû Hureyre ridasını yere serince mübarek eliyle havada bir şeyi avuçlar gibi yaparak ridasını atar gibi yapmış. Sonra: "Ridânı giy” buyurmuşlardı.
Ebû Hureyre diyor ki: "Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.”[18]
Katâde (Radıyallahu Anh), iyileşmek için Peygamberimizden yardım istiyor:
Rivâyet olunmuştur ki; Katâde bin Numan harpte gözünden isabet almış ve gözü akmıştı. Yanındakiler gözünü çıkarıp almayı önerdiler ama O: "Allah Rasulünden izin isteyeceğim” diyerek bunu reddetmişti. Kendisinden bunun için izin istenince Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "Hayır öyle yapmayın” buyurarak elini gözünün üstüne koymuş, biraz sıvazladıktan sonra gözünün eskisinden daha iyi bir hale geldiği görülmüştü. [19]
İbn Teymiyye’nin Kerâmetler ile İlgili Görüşleri
Allah dostlarının yaptıkları kerâmeti şeytandan sayanların âlimlerinden İbnTeymiyye şöyle diyor:
Allah dostu zannedilen bazı kişiler kendilerinden mukaşefe sadır olur veya çoğunun yapmadığı harikuladelikler gösterirler. Mesela: İşâretle bir şahsı öldürüvermesi, vasıtasız bir şekilde havalarda uçması, olduğu yerde görülmesine rağmen aynı zamanda Mekke’de ve benzeri yerlerde görülmesi, su üstünde yürümesi, tasını boşlukta tutarak içine su doldurması, bilinmeyen yerlerden gıda alması, zaman zaman insanların gözlerinin önünden yok olması, uzaklardan kendisini yardıma çağıranın yardımına, bulunduğu yerden yardım etmesi, çalınan bir malın nereye saklandığını hiç aramadan haber vermesi gibi harikulade şeyler.
Bütün bu saydığımız şeyleri yapmakta olmaları veli olduğunu göstermez, ispatlamaz. Gerçek evliyanın kanaati odur ki; bir kimse havada uçsa su, üstünde yürüse gene de aldatıcı olabilir.Ve arkasından kayıtsız şartsız gidilmez.
Fakat bu fevkalâdelikleri göstermenin yanında Allah (Celle Celalühü) Resülüne itaat ettiği de açıkça görünüyorsa, onun yasak ve emirlerini olduğu gibi yerine getiriyorsa böylesinin bir veli olduğuna inanılabilir ve sözleri yerine getirmeye değer bulunabilir. Gerçekte velinin kerâmetleri yukarıda saydıklarımızdan daha büyüktür. (Havada uçması, bir anda başka yerde gözükmesi, su üstünde yürümesi, yardım isteyenlerin yardımına uzaktanda olsa yetişmesi gibi.)
Yaptıkları ve söyledikleri Kur’ân ve sünnete uygun düşüyorsa ne kadar güzel. Zira veliler, imânlarının nuruyla bâtınî gerçeklerin yüze vurmasıyla, İslâm şeriatına sımsıkı sarılmalarıyla bilinir ve tanınırlar.[20]
Allahu Teâla şöyle buyuruyor:
"Onlar, O’nun velileri değildir. Onun velileri sadece müttakilerdir. Çokları bilmezler.”(Enfal 8/34)
İbn Teymiyye aynı eseri sayfa 96’da şöyle diyor: Kitap ve sünnet ehlinin büyükleri ayân beyân ortadadır. Ve onları hiç kimse inkar edemez. Onlardan bir kısmı şunlardır:
Fudayl bin İyad, (ö.189/804) İbrahim bin Ethem (ö.161/777), Ebû Süleyman Dârânî, Marufu El-Kerhi, Cüneyd bin Muhammed Bağdâdî (ö.297/909), Sehl bin Abdullah El-Tüsteri (ö.273/886) ve benzeri büyükler. Yüce Allah bunların hepsinden razı olsun.
Allah’ın (Celle Celalühü) nebi ve rasüllerinde mucizeler vardır. Velinin kerâmeti zaten Allah’ın (Celle Celalühü) Resülüne tabi olmaktan geçer. Böyle olduğu için de velinin gösterdiği kerâmetler Allah (Celle Celalühü) Resülünün mucizelerine dahil olur.
İbn Teymiyye dedi ki: Bazı kimselerin Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) veya ümmetine mensup salih bir şahsiyetten bir şey dilemeleri ve bu dileklerinin yerine getirilmesi çok görülen bir olaydır.[21]
İbn Teymiyye; Böyle bir dileğin yerine gelmesi yanı başında duâ edilen mezarda yatan ölünün kerâmeti olarak sayılabilir.”[22]demiştir.
İbn Teymiyye böyle bir dilekte bulunmayı doğru bulmamakla beraber, böyle dileklerin Allah’ın (Celle Celalühü) izniyle kabul olunduğunu, itiraf etmiştir. Şeytandandır, demiyor, Ölünün kerâmetindendir, diyor. İbn Teymiyye’ye tabi olanlar şeytandandır, diyorlar.
Kudsî hadiste Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur ki: Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
عن ابى هريرة رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "من عادى لى وليا فقد آذنته بالحرب وما تقرب الىّ عبدى بشئ احب الىّ مما افترضته عليه، وما يزال عبدى يتقرب الىّ بالنوافل حتى احبه فاذا احببته كنت سمعه الذى يسمع به، وبصره الذى يبصر به، ويده التى يبطش بها، وجله التى يمشى بها، وان سألنى لاعطينه ولئن استعاذنى لاعيذنه"
"Her kim benim kullarımdan birine düşmanlık ederse muhakkak ben ona harp açarım. Bir kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafile ibadetleriyle de durmadan yakalaşır, nihâyet onu severim. Kulumu sevince de onun gören gözü, işten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa kendisini korur himayeme alırım.”[23]
Tevessülü ve meded’i kabul etmeyenlerin itibar ettikleri âlimlerinden İbn Kayyım el-Cevziyye bu hadisi şöyle açıklamaktadır:[24]
Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
عن ابى سعيد الخدرى رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "اتقوا فراسة المؤمن فانه ينظر بنور الله
"Müminin firâsetinden sakının, o Allah (Celle Celalühü) nuru ile bakar.” [25]
Bu firâset, Allah’a yakınlıktan kaynaklanmıştır. Kul Allah’a yaklaşınca hakkı bilmesine, anlamasına engel olan kötü engeller ortadan kalkar. Allah’a yakınlığı ölçüsünde Allah’a yakın bir fener ışığı kula ulaşır. Yakınlığına göre bu ışık onu aydınlatır. Bu nurla, Allah’tan uzak kimsenin göremediği şeyleri görür.
Daha sonra İbn Kayyım yukarıdaki hadisi zikrettikten sonra hadisi şöyle açıklıyor:
Yüce Allah (Celle Celalühü) bu kudsi hadiste, kendisine yaklaşan kuluna olan sevgisinin faydalı olacağını belirtmiştir. Allah kulunu sevince kulağına, gözüne eline ve ayağına yaklaşır. Artık gözü Allah ile görür, kulağı Allah ile duyar, onunla tutar, onunla yürür kalbi eşyaların gerçeklerinin belirdiği saf ayna gibi olur. Firâsetinde oldukça az yanılır. Çünkü kul Allah ile varlığa bakınca onu olduğu gibi görür. Allah (Celle Celalühü) ile işitince onu olduğu gibi işitir. Ancak bu gayb bilgisinden sayılmaz. Yüce Allah’ın hakikatlerin sûretlerini görmeye mani olan vesvese, hayal ve batıl izlerden uzak, nurla kaplı, kendine yakın kulunun kalbine attığı hak ile hakikatlerin sûretlerini görür bilir.[26]
Demek ki Allah (Celle Celalühü) insanların yapamayacağı, Allah’ın(Celle Celalühü)yapabileceği ilimleri istediğine verebilir. Hızır (aleyhisselâm)’a, peygamberlere, cinlere, şeytanlara verdiği gibi insanlara da verebilir. Kimse Allah’a (Celle Celâlühü)ne yapıp yapmayacağı konusunda bir sınırlandırma getiremez.
Allah’ın, "işiten kulağı olurum” demesiyle veli kulların çok uzak mesafelerdeki şeyleri işitmesi, Allah’ın(Celle Celalühü) "yürüyen ayağı olurum” demesiyle bir anda çok uzak mesafelere gidip gelme gücüne sahip olamasını her iki taraf ta kabul eder. Çünkü kudsî hadiste böyle buyurulduğunu kendi âlimleri de söylemektedirler. Geriye, tartışılmakta olan; Allah dostunun uzak mesafeden bir insana yardım edip edemeyeceği meselesi kalıyor.
Her Peygamber’in, yaptığı gibi bir Allah (Celle Celalühü) dostuda insanları korumak ve zor anlarında yardım etmek için Allah’dan "Ya Rabbi! Müslümanların zor anlarında, bana onlara yardım etme gücü ver” derse Allah (Celle Celalühü) bu duâyı ister kabul eder, isterse kabul etmez. Ama Allah (Celle Celalühü) Kudsi bir hadiste "benden bir şey isterse” duâ ederse duâsını kabul ederim diyor.
Nitekim Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)’e de binlerce kilometre uzaklıkta ki yenilmek üzere olan ordusunu ve ordudaki komutanı görüp onlara "Cebel, Cebel!” diyerek seslenip uzaktan orduya komuta etmiştir.[27] Alâ b. Hadram’ın sahâbeye "besmele çekip atlarınızla denizde yürüyün” deyip atlarıyla denizin üstünden gitmeleri gibi. Bu delillere dayanarak geçmişte ve günümüzde yaşantısı Kur’ân ve sünnete uyan Allah (Celle Celalühü) dostlarının bu gibi kerâmetlerini gören, okuyan bir Müslüman niyetinde de "ilaç hastalığımı iyi etti” aslında iyi edenin Allah olduğunu bilerek bu sözü söylerken hakîkî fâili kastetmediği gibi Allah (celle celâluhu)’ın izni ile harikulade işleri yapan Allah dostlarından, insanların normalde yapamayacağı bir şeyi isteyebilir. (Bu konu ileride, istiğâse bölümünde daha geniş bir şekilde anlatılacaktır.)
Ancak bu ilmi Allah’ın verdiğine inanıp o insanı, Allah’a ortak koşmadan niyeti sağlam olmak kaydıyla istenebilinir. Niyet önemli.
Zat ile tevessülü kabul etmeyenlerin âlimlerinden Şevkânî’nin konu hakkındaki görüşleri:
"Biz onlara (putlara) ancak iyiden iyiye Tanrıya yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz, (diyorlar)”(Zümer, 3) mealindeki âyette müşriklerin putlara Allah’a yaklaştırmaları için ibadet ettiklerine açıkça delalet etmektedir. Halbuki âlim kişiye tevessül eden kimse, ona ibadet etmez, ilmi sayesinde Allah katında gerçek bir meziyeti olduğu için tevessül eder. "Allah (Celle Celalühü)’tan başkasından dilek dilemeyin” âyeti de (meâlen) buna delalet eder. Çünkü müşriklerin dilediklerini yerine getirmeyenler, putlardır. Müşrikler, dilediklerini kabul edip yerine getirecek olan Rablerinden dilemediler.
Âlimin ameline tevessül eden kimse Allah (Celle Celalühü)’tan başkasına dilekte bulunmamış ve dileğinde hiçbir kimseyi O’na ortak etmemiştir. Sen bunu anladıktan sonra artık tevessülü men edenlerin konu hâricî deliller getirdiklerini anlamış olursun. Çünkü bu, Ey Allah (Celle Celalühü), Ey Falan adam!” diyerek yalvarmasından, başkasını Allah’a ortak etmekten bir nehiydir. Halbuki âlim bir zata tevessül eden bir kimse, yalnız Allah (Celle Celalühü)’tan dilemiş, ondan başka veya onunla birlikte başkasından dilekte bulunmamıştır.
Şevkânî(ö.1250/1834) devam ederek der ki: Peygamberlerden veya âlimlerden birisine tevessül eden, onun aziz ve yüce Allah’a (Celle Celalühü) ortak olduğunu itikad eden kimse, şüphesiz açık bir yanılgı içindedir.
Yine tevessülün men’ine "Benim kendime bile Allah (Celle Celalühü)’ın dilediğinden başka, ne zarar ne fayda vermek gücü elimde değildir.”(Yunus, 49) buyurduğu bu âyetle istidlal edilmesinin durumu da böyledir. Zira bu âyeti celile Resülullahın bile kendisine bir fayda veya zarar vermeye mâlik olmadığına açıkca delalet etmektedir. Bu âyeti celile Resûlullaha, diğer Peygamberlere, velilere, âlimlerden birisine tevessül yasağına delâlet etmez. Allah (Celle Celalühü), Resûlüne (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Makam-ı Mahmud (Büyük şefaâtmakamı) vermiş olup, O’ndan şefaât talep edildiğinde: "Dile, istediğin verilecek ve şefaât et, şefaâtin kabul olunacaktır.” diye bir hadis-i kudsî’de müjde vermiştir.
فَلاَ تَدْعُوا مَعَ اللهِ اَحَدًا
"Allah ile beraber hiç kimseye duâ etmeyin” (Cin sûresi, 18’den) kavl-i şerifi "Ya Allah! Ya Fülân!” gibi sözler sarfederek Allah ile birlikte başkasına duâ edilmesini yasaklamaktadır.
Bir âlim veya veliyle tevessül eden kişi ise sadece Allah’a duâ etmekte, ancak bazı Salih kulların işlediği iyi ameller hürmetine duasının kabulünü istemektedir.
Nitekim üzerlerine kaya düşüp mağarada mahsur kalan üç kişi, salih amelleriyle tevessülde bulunarak kurtulmuşlardır.
وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ لاَ يَسْتَجِيبُونَ لَهُمْ بِشَيْئٍ
"O’ndan başkasına duâ edenler, (var ya, o duâ ettikleri) onlara hiçbir şeyle icabet edemezler.” (Ra’d sûresi, 14’den) kavl-i şerifine gelince bu, duâlarını kabul eden Rablerini bırakıp, kabul etmekten aciz olan varlıklara duâ edenlerden bahsetmektedir.
Allah dostlarıyla tevessül eden kimse ise gerçekte ancak Allah’a duâ etmiş olup, ne O’nu bırakıp, ne de O’nunla birlikte başkasına duâda bulunmamıştır.
İşte bunu anladığında tevessüle mani olanların ortaya attıkları delillerin, nizâ mahallinden haric (münakaşa konusunun dışında) oldukları sana gizli kalmaz.
Şevkânî (rahimehullâh) konuyu sonunda şöyle bağlamıştır: Enbiyâ’dan herhangi bir nebi veya ulema’dan herhangi bir âlim ya da evliya’dan herhangi bir veli ile tevessül eden kişi, o araya koyduğu zâtın, hiçbir işte Allah ile ortaklığı bulunduğuna inanmaz, zira böyle bir itikada sahip olan kişi açık bir sapıklıktadır.[28]
Yine Şevkânî sözüne devamla dedi ki: Allah’u Teala Kur’ân-ı Kerîm’inde "Yakın akrabanı korkut” (Şuarâ, 214) buyurduğu âyet-i celilesi nazil olunca, Peygamber(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) "Ey falan oğlu falan! Senin için Allah (Celle Celalühü)’ın dileyip yarattığından başka bir şey yapmaya mâlik değilim. Ey filan kızı filan! senin için Allah’ın dilediğinden başka bir şey yapmaya mâlik değilim” diye buyurduğu hadis-i şerif de Allah (Celle Celalühü)’tan başkasına tevessül etmenin yasak olduğuna dair delil olamaz. İşte bu hadis-i şerif de Rasülullahın Allah’ın zarar dilediği bir kimseye fayda veremeyeceğine, Allah bir kimseye fayda vermeyi dilerse ona hiç kimsenin zarar vermeyeceğini sarahaten bildirmektedir. Bu her Müslüman’a malum olan bir şeydir. Ve bundan ona tevessül ederek Allah’tan hacet dilemek manasından başka bir mana anlaşılmamaktadır. Zira tevessül, işi iş sahibinden dilemek, demektir. İhtiyacını talep eden kimse talebi esnasında hacetini temin etmek veya etmemekte münferit olan zata önceden bir sebep vesile arar ki, işte bu sebep de tevessüldür.[29]
Zât ile tevessülü kabul etmeyenler, bir başkasından bizim için Allah’a duâ etmesini isteyip onun da bizim için Allah’a duâ etmesini kabul ediyorlar. Buna göre; bizim için Allah’a duâ eden kişiyi aracı kılmış oluyoruz. Zât ile tevessülü kabul edenlerin duâ şeklinde ise direkt Allah’tan isteyip, Yarabbi o kişiye olan sevgin hürmetine ve hatırına bize yardım et, denilirken doğrudan Allah’tan isteniliyor. İki duâ şeklinde de o kişi aracı kılınmış oluyor.
Bir yanda "Biz putlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer, 3) diyen kâfirler…
Diğer yanda ise şu âyet, şu hadis ile beraber şu tecrübeye de dayanarak "Allah’a varmaya vesile arayınız” âyeti şümulünde görüyoruz diyen Müslümanlar, size göre… İkisi birbirine benziyor öyle mi? Böyle bir kıyas olmaz. Çünkü kıyasında bir ölçüsü vardır. Sizin kıyasınızdaki Menât[30] vesile olmak ise, "vesilenin Farz, Vacip, Sünnet, Müstehap, Mendup, Mübah, Mekruhve haram olanları da vardı. O zaman art niyetli değilseniz eğer, menâtınız puta ibadet ise, böyle bir şeyi söyleyen ve eden yok. Halbuki müşrikler; hem ibadet ediyorlar hem de ettiklerini söylüyorlar. Bu puta ibadet etmek şu batıl kıyâs sahibince menât değil, netice olabilir. Yok eğer kıyasa bile dayanmayan içtihadınızla, muhatabınızın fiilini puta tapma fiiline dâhil ettiyseniz, bunu bırakın. İlmi müzakere ve münakaşası ayrı ayrı şeylerdir. Eğer; tamam, her vesile ve vasıta şirk değil, kabul ettim, ama "vesile arayınız” âyetindeki vesile şudur diyorsanız, âyet veya hadisin ma’kul ve kesin delaleti bulunmadan tahsis ve sınırlama yetkisini nereden aldınız?
"Onların, Allah’tan başka çağırdıklarına sövmeyin.”(En’âm/108) âyet-i kerîmesi Mekke putperestlerinin tapındığı taşların kusur ve eksikliklerini dillendirmeyi yasaklayarak haram etmiştir. Zira Müslümanların, putların kusurlarını ortaya koyan sözleri, putların menfaat ve zarar verebileceğine gerçekten inanan putperestlerin; putlara besledikleri bağlılık duygularını tahrik etmekteydi. Sinirlenen putperestler Müslümanlara aynı ile mukâbele edip her noksanlıktan münezzeh olan âlemlerin Rabbine noksanlık izâfe ederek sövmekteydiler.
Şimdi eğer bunlar gerçekten Allah’a (Celle Celalühü) yakınlık için ibadet ettikleri iddiasında tutarlı olsaydılar, intikam almak için kendi ilahları olduğunu söyledikleri Allah’a (Celle Celalühü) sövmezlerdi. Bu yaptıkları göstermektedir ki; Allah’ın (Celle Celalühü) onlar nezdindeki değeri, kesinlikle putlarından daha azdır.[31]
Eğer tevessülü kabul etmeyenlere göre itibar ve itimat lafızların zâhirine göre ise: El-Usul-ül-erbe’a fi-terdid-il-vehhâbiyye kitabında diyor ki; Vahhâbîler "Mecâz” ve "İsti’âne” ne demek olduğunu anlayamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yapdığını söylemeğe, bu söz mecaz olarak söylenmiş olsa bile, hemen şirk ve küfr diyorlar.
Halbuki Allahü Teala, Kur’ânı Kerîm’in birçok yerinde, bir işin hakiki yapıcısının kendisi olduğunu, mecazi yapıcısının da kullar olduğunu bildirmektedir. En’am sûresinin elliyedinci âyetinde ve Yusuf sûresinde, bir âyetde mealen, (Hüküm, ancak Allah’ındır), yani hakim yalnız Allahü Tealadır, buyuruldu. Başka bir âyetin mealinde ise, (Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hakim yapmadıkça, imân etmiş olmazlar) buyurulmuşdur. Birinci âyet-i kerîme, hakiki hakimin yalnız Allahü Teâla olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerîme ise insana da, mecâz olarak hakim denileceğini bildiriyor.
Her müslüman, diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü Teala olduğunu bilmektedir. Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde mealen (Ölüm zamanında insanı, Allahü Teala öldürüyor)buyuruldu. Secde sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesinde ise, mealen, mecaz olarak(Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor) buyuruldu.
Hastalara şifa veren yalnız Allahü Teala’dır. Çünki, Şu’ara sûresinin sekseninci âyetinde mealen (Hasta olduğum zaman, bana ancak O şifa verir) buyuruldu. Al-i İmran sûresinin kırkdokuzuncu âyetinde ise mealen, İsa aleyhi’s-selâm’ın, (Âmâ’nın gözünü açarım ve Abras illetini iyi ederim ve Allahü tealanın izni ile, ölüleri diriltirim) dediğini bildirmektedir.
Cebrail Aleyhisselâmın ise, mecaz olarak (Sana, temiz bir oğul veririm) dediğini, Meryem sûresinin onsekizinci âyeti bildirmektedir.
İnsanın hakiki sahibi Allahü Teala’dır. Bakara sûresinin ikiyüzelliyedinci âyetinin meali şerifi(Allahü Teala, imân edenlerin velisidir.) bunu açıkca bildiriyor. Maide sûresinin ellialtıncı âyetinde mealen, (Sizin veliniz, Allahdır ve O’nun Rasulüdür) ve Ahzab sûresinin altıncı âyetinde mealen, (Peygamber, mü’minlere, kendilerinden daha çok sahibdir!) buyurarak, kulun da mecaz olarak veli olduğu bildirilmektedir. Bunlar gibi hakiki yardımcı Allahü Teala’dır. Kullarına da mecaz olarak mu’in demiştir.
İnsanların hakiki Rabbi Allahü Teala’dır. Fakat, mecaz olarak, başkasına da rab denilir. Yusuf sûresinin kırkikinci âyetinde mealen, (Rabbinin yanında beni an!) buyruldu.
Bir müslümanın Kur’ânı anlaması ne demektir? Mesela bir âyet okuyoruz ve hemen o âyetle hüküm veriyoruz. Niyetimiz iyi olsa bile yaptığımız doğru mudur? Mesela Yüce Allah buyuruyor ki "Müminler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer…”Tek başına ele alındığı zaman, zâhiren bu âyete göre Allah anıldığı zaman imânı artmayan ve kalbi titremeyen kişiler müslüman değil mi? Ve bunun gibi yüzlerce âyet ve hadis.
Sahih-i Buhârî’de ifâde edildiği gibi Abdullah İbn Ömer’in "Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yusuf 40) âyetini delil getirerek Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Âişe, Hz. Abbas’ın (Radıyallahu Anhüm) öldürülmelerini, mallarının ganimet olarak alınmasını hükmeden Hâricîler için şöyle diyor: "Gerçekte onlar müşrikler hakkında nâzil olan âyetleri müslümanlar için kullanıyorlar.”[32]
Peygamber Efendimiz Hâricîler hakkında buyurmuş olduğu, "Onlar imân edenleri öldürür, küfredenleri ve puta tapanları bırakırlar.”[33]
Günümüzde de Hâricîler mevcuttur. İsimlerini değiştirmişlerdir.
Tevessüle ve tasavvufa karşı olanları, bunlarla bir tutmuyoruz. Fakat bize karşı tutumları delilleri getirirken tuttukları yol; Hâricî metodudur.
Allah'u Teala "Biz hiç Müslümanları Allah'a teslim olmuş kulları mücrimler (günahkarlarla)gibi tutarmıyız. Size ne oluyor. Ne biçim hüküm veriyorsunuz.”(Kalem 35-36)
Eğer karşı taraf, Allah’a (Celle Celalühü) ortak koşmadan, niyet sağlam olup falancanın hürmetine, diye yapılan tevessül bid’attir, derlerse, Zat ile yapılan tevessülü hem Peygamberimiz hem de sahâbe tatbik etmiştir, deriz. Peygamber ve sahâbelerin yaptıklarına dair getirdiğimiz delilleri karşı taraf yorum ve zanlarla çürütmeye çalışmış ve zat ile tevessül yapıldığına dair bize bir delil ulaşmamıştır, demişlerdir. Şimdi size bunların hadisi çürütüp, zayıflatma yöntemlerini ve tutarsızlığını ispatlamak için, ileride geniş olarak tahric ve değerlendirilmesi yapılacak olan beşinci hadise kısaca bir bakalım:
Mâlik ed-Dâr anlatıyor: Hz. Ömer (Radıyallahu Anh) zamanında halk kuraklık çekerken bir adam Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in kabrine gelerek Ya Rasulallah! Ümmetin için yağmur yağmasını iste. Zira onlar helak oldu. Hadis böyle devam ediyor ileride daha geniş anlatılacak (5. Hadiste). [34]
Şimdi Vahhâbîlerin hadis âlimlerinden Aslen Arnavutlu olan Elbânî bakın hadisi nasıl zayıflatıyor.
Elbânî hem metin hem de isnad bakımından rivâyetin sahih olmadığını söylemektedir. Râvî Mâlik ed-Dâr’ın "zabt ve adaleti maruf değildir. O mechul bir râvîdir.”[35] diyor, bakalım öyle mi?
Bahse konu olan rivâyetin, delil olarak kullanılmasına musamaha göstermeyen Elbânî’nin en önemli gerekçesinin, Mâlik ed-Dâr’ın meçhul bir râvî olduğu görülmektedir. Ancak biz, Elbânî’nin iddia ettiği gibi Mâlik ed-Dâr’ın zabt ve adaleti maruf olmayan (meçhul) bir şahıs değil, aksine onun maruf bir râvî olduğunu tesbit etmiş, durumdayız.
İbn Sa’d (ö.230/844), onu şöyle tanıtmaktadır: "Mâlik ed-Dâr, Ömer b. el-Hattab(Radıyallahu Anh)’ın azatlısıdır. Hımyer kabilesinden ve Cüblanlıdır. Ebû Bekir ve Ömer’den hadis rivâyet etmiştir. Kendisinden de Ebû Salih es-Semman rivâyette bulunmuştur. O maruf idi”.[36]İmâm Buhârî, Tarihi Kebir’inde onu zikrettiği halde, aleyhine bir şey dememiştir.
İbn Hibban (ö.354/965)onu es-Sikat’ında zikretmekte ve hakkında menfi bir söz söylememektedir.
İbn Hacer (ö.852/1448) ise bunlara ilaveten şu bilgileri vermektedir: "Mâlik ed-Dâr diye bilinen zat, Mâlik b. Iyad’dır ve (asr-ı saadet’e) yetişmiştir. Muaz ve Ebû Ubeyde’den rivâyetleri vardır. Kendisinden iki oğlu; Avn ve Abdullah rivâyette bulunmuştur. Buhârî, Tarih’inde[37] Ebû Salih Zekvan tarikiyle Mâlik ed-Dâr’dan, Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)’ın kıtlık senesindeki sözünü, (muhtasar olarak) rivâyet etmiştir. Aynı rivâyeti tafsilatlı olarak İbn Ebî Hayseme de tahric etmiştir… İbn Sa’d onu Medineli tabiilerin ilk tabakası içinde zikretmiştir. Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)ve Hz. Osman (Radıyallahu Anh) onu mali işlerde görevlendirmiş ve bu yüzden de ona Mâlik ed-Dâr adı verilmiştir. Ali İbnu’l-Medini’den rivâyet edildiğine göre O, Hz. Ömer’in haznedarı idi”.[38]
Ebû Ya’la el-Halili el-Kazvînî (ö.446/1054)’ de, Mâlik ed-Dâr’ın sika oluşunda ittifak edilen kadim bir tabii olduğunu ve tabiinin ondan övgüyle bahsettiklerini, ifâde etmektedir.
Hatırlanacağı üzere Elbânî, bahse konu olan rivâyet hakkında ibn Hacer’in "Ebû Salih es-Semman’ın Mâlik ed-Dâr’dan sahih bir isnad ile…” diyerek kullandığı ifâdeden onun, râvî Mâlik ed-Dâr’ın meçhul olduğuna işâret ettiği şeklinde yorumlamıştı. Halbuki İbn Hacer’in Mâlik ed-Dâr’ı tanıtıcı mahiyette verdiği bilgiler, böyle bir yoruma mahal bırakmayacak kadar açıktır. Şüphesiz İbn Hacer’in söz konusu açıklaması, Elbânî’nin yaptığı yorumu anlamsız kılmaktadır.
Hz. Ömer (Radıyallahu Anh)gibi, rivâyet konusunda tesebbüt ve ihtiyat sahibi bir zatın, resmi veya özel mali işlerde onu istihdam etmesi, râvî Mâlik ed-Dâr’ın zabt ve adaletinin bir göstergesi sayılmalıdır. Bu tesbit bizi Elbânî’nin, Mâlik ed-Dâr hakkında İbn Hacer’in verdiği biyografik bilgiyi görmediği veya görmezlikten geldiği kanatine götürmektedir. Bu detaylı bilgiden sonra, Elbânî’nin Mâlik ed-Dâr hakkında Münzirî ile Heysemî’den naklettiği, "onu tanımıyorum” sözünün artık bir kıymet ifâde etmediği de anlaşılmaktadır.
Elbânî hadisi zayıflatırken, "Mâlik ed-Dâr zabt ve adâleti maruf değildir. Meçhul bir râvîdir”, demişti. Öyle olmadığı anlaşıldıktan sonra, Elbânî’nin diğer hadislerdeki tarafsızlığına ne kadar itibar edilir? Yorumu size bırakıyoruz.
Ayrıca tevessülü kabul etmeyenler "Caiz olan, kendisinde icma edilen, cumhur âlimlerce kabul edilen tevessül üçtür”, diyorlar bunlar:
1- İnsanın kendi amelleriyle,
2- Allah’ın (Celle Celalühü) isimleriyle,
3- Başka bir insanın duâsıyla tevessül câizdir.
Bizde deriz ki; hangi âlimlerce icmâ olundu. Kabul edilen dört mezheb imâmı vardır. Müslümanlar onlara itibar ederler. Hem dört mezheb imâmı hem de tevessülü kabul etmeyenlerin kendi âlimleri zat ile tevessülü kabul ediyorlar. Cumhur dedikleri âlimlerin nedense, bir türlü kimler olduklarını söylemiyorlar. Ayrıca Şevkânî tevessülün üç çeşit olduğu hakkında sahâbeyi kiram arasında icma’ olmamıştır der.[39] Buna göre câiz olan tevessül, dörttür.
4- Salih amel işleyen bir insanın zatıyla tevessüldür.
Selefîler ve Vahhâbîler, muhabbette (sevgi) şirkini açıklarken şöyle demişlerdi: Allah ile birlikte O’ndan başkasını Allah’ı sevdiği gibi ya da daha ileri derecede sevgi ile sevip itaat etmektir. Doğru söylemektedirler. Fakat daha sonra Müslümanların âlimlerine karşı yapmış oldukları sevgi, ta’zim ve hürmete müşriklerin putlarına yaptıkları ibadeti, sevgiyi, ta’zim ve hürmeti eş tutup, kâfirlerle Müslümanları aynı kefeye koymaları büyük haksızlıktır.
Ta’zim etmek, ibadet etmek demek değildir. Saygı göstermek ile ibadet etmenin anlamları bilinmediği için, bu iki kavram sürekli birbirine karıştırılmaktadır. Bu yanlışa düşenler her türlü ta’zim ve saygıyı, ta’zim edilene yapılan bir ibadet olarak görürler.
"Ve babası ile anasını yüksek bir taht üzerine kaldırdı ve onun (Yusuf) için, hepsi secdeye kapandı.” (Yusuf/100)
Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in mübarek tükürüğünü ve abdest suyu gibi eserlerine sahâbe-i kiramın saygısı:
ثم ان عروة جعل يرمق اصحاب النبى صلى الله عليه وسلم بعينيه، قال: فوالله ما تنخم رسول الله صلى الله عليه وسلم نخامة الا وقعت فى كف رجل منهم فدلك بها وجهه وجلده واذا امرهم ابتدروا امره، واذا توضأ كادوا يقتتلون على وضوئه واذا تكلم خفضوا اصواتهم عنده وما يحدون اليه النظر تعظيما له، فرجع عروة الى اصحابه فقال: اى قوم، والله لقد وفدت على الملوك، ووفدت على قيصر وكسرى والنجاشى والله ان رأيت ملكا قط يعظمه اصحابه ما يعظم اصحاب محمد صلى الله عليه وسلم محمدا والله ان تنخم نخامة الا وقعت فى كف رجل منهم فدلك بها وجهه وجلده واذا امرهم ابتدروا امره واذا توضأ كادوا يقتتلون على وضوئه واذا تكلم خفضوا اصواتهم عنده وما يحدون اليه النظر تعظيما له.
(Hudeybiye günü müşrikler tarafından Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile barış antlaşması imzalamaya gönderilen) Urve, Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in sahâbelerini gözleriyle iyice tetkike başlayarak (arkadaşlarına):
"(Bu ne ta’zimdir?) Vallahi Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ağzından bir şey atarsa, muhakkak bu sahâbesinden birinin avucuna düşüyor ve o kişi bunu yüzüne ve vücuduna sürüp ovalıyor. Onlara bir şey emredince, hemen O’nun emrini yerine getirmeye koşuyorlar.
Abdest aldığı zaman da abdest suyunun artanını almak için, birbirleriyle neredeyse savaşıyorlar. O bir şey konuştuğu zaman huzurunda seslerini alçaltıyorlar (O’na alçak sesle cevap veriyorlar): O’na karşı olan saygılarından ötürü, yüzüne dikkatle bakamıyorlar.” dedi.
Sonra Urve, Kureyş’in yanına dönerek gördüklerini şöyle bildirdi:
"Ey Kavmim! Vallahi ben vaktiyle bir çok meliklerin huzuruna sefir olarak çıktım. (Rum Meliki) Kayser’in, (Acem hükümdarı) Kisrâ’nın ve (Habeş kralı) Necâşî’nin divanlarına elçilikle girdim. Vallahi bunlardan hiçbir hükümdarın adamlarının, Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in Ashâbının, Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e yaptıkları ta’zim kadar kendi krallarına ta’zim ettiklerini görmedim.
O bir kere tükürecek olsa mutlaka onlardan birinin eline düşüyor ve onunla yüzünü ve derisini ovalıyor. O bir şey emredince, derhal emrini yerine getirmeye koşuşuyorlar.
O abdest aldığı zaman abdest suyunun fazlasını birbirlerinin üzerine yığılarak paylaşıyorlar. O konuştuğu zaman O’nun yanında seslerini kısıyorlar ve O’na karşı olan saygılarından, yüzüne dikkatle bakamıyorlar.” [40]
Şimdi Ashab-ı Kirâm’ın Peygamberimize yaptıkları bu sevgi, ta’zim ve hürmete ne diyeceksiniz? Sahâbe daha da aşırıya gitmiş, Peygamberimizin kanını, idrarını, terini içmiştir. Zaten bunların hepsi teker teker ileride teberrük bölümünde kaynaklarıyla birlikte açıklanacaktır.
Selefîler ve Vahhâbîler, kâfirler için inen âyetlerin zâhirini delil alarak, Allah (c.c.)’ın kastetmediği bir sonuç çıkarıyorlar. Yani kendilerince âyetleri yorumlayıp Müslümanlarla kâfirleri bir tutup, zanda bulunuyorlar. Böyle yaparak Allah’a iftira atmak tehlikesine düşmekten korkmuyorlar mı?
Allahü Teala Hazretleri: "Biz hiç Müslümanları, (Allah‘a teslim olmuş kulları) mücrimler (günahkarlar) gibi tutar mıyız? Size ne oluyor, ne biçim hüküm veriyorsunuz?”(Kalem 35,36)buyuruyor.
Tevessülü kabul edenler, Allah’a yapılması gereken ibadet ve ta’zimin tevessül edilen kişiye yapılmasını kabul etmiyorlar. O kişiden Allah'tan korkar gibi korkmuyorlar, Allah'ı sever gibi sevmiyorlar. Ondan istemiyorlar. Allah’tan istiyorlar. Tevessül edilen zatı yaratma, icad etme ve birşey üzerine tesir etme gibi Allah’a ait vasıflarla vasıflandırmıyorlar. Tesirin Allah’tan olduğuna inanıyorlar.
Tevessül edilen kişinin Allah’ın Haram dediğini "Helal” demesini, Allah (Celle Celalühü) nün Helal dediğinide "Haram” demesini kabul etmiyorlar.
Tevessül edilen kişiyi hiçbir şekilde Allah’a ortak koşmuyorlar. Her türlü tağut düzenini ve tağutu kabul etmiyorlar. En cahillerimize bile sorsanız, hepsi yukarıdaki söylediklerimizi söylerler. Tevessülü kabul etmeyenler Şeriat zâhire hükmeder diyorlar? ki öyledir. Öyleyse yorum ve zân yapmadan tevessülü kabul edenlerin bu görüşlerini ve niyetlerinin böyle olduğunu, kabul etmeleri gerekir.
Hayır! Niyet önemli derlerse?
عن ابى هريرة رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "ان الله لا ينظر الى صوركم واموالكم ولكن ينظر الى قلوبكم واعمالكم"
Ebû Hureyre (Radiyallahu Anh) Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: "Şüphesiz ki Allahu Teâlâ, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; lâkin kalplerinize ve amellerinize bakar.” [41]
Tevessülü kabul edenler, niyetlerinin de anlattıkları gibi olduğunu söylüyorlar.
Zât ile tevessülü kabul edenler, yaptıkları amellerde muhakkak bir âyet ya da hadis’e dayanırlar.
[1] el-Bidâye ve’n-Nihaye c: 14/47, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye. Beyrut/1987
[2] Muhammed bin Abdulvahhab tüm eserleri 3.kısım, s:68 Muhammed bin Suud İslâm fakültesinde Muhammed bin Abdulvahhab haftasında neşrolunmuştur.
[3] "Saydul-Hatır müminlere öğüt, Ebul Ferec El-Cevzî (İbn Cevzî), Tevhid yayınları, s.99-100, Baskı, 1998.
[4] İbn Teymiyye Külliyatı, c.1 s.179, Tevhid Yayınları ,1998.
[5] Şevkanî, ed-Dürru’n-Nedide, s. 5-6, Ducvi Makâlât fit-Tevessül Kitabu Buğye
[6] Aliyyü’l-Kârî, Fethu Bâbi’l-İnâye, 3/30.
[7] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 5/540.
[8] İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm, 138.
[9] Reşid Rıza Tefsirul-Menai XI 372-373
[10] Âlûsi Ruhul-Meani VI-128
[11] Âlûsi Ruhu’l-Maâni, VI/128
[12] El Heytemî, el-Hayratü’l-Hisan, s.94
[13] Hatibu’l-Bağdadi, Tarih-i Bağdad
[14] İbnül Cevzî Menakıbu’l İmâm Ahmed b. Hanbel, s.609-610
[15] Muhammed bin Abdulvahhâb tüm eserleri 3.kısım S:68 Muhammed bin Suud İslâm fakültesinde Muhammed bin Abdulvahhâb haftasında neşrolunmuştur.
[16] İbn Teymiyye, El-Furkan Beyne Evliyâi’r-Rahmâni ve Evliyâi’ş-Şeytâni, el-Mektebu’l İslâmî, 4.Baskı, Beyrût, 1397. Trc. Allah (c.c.)’ın velileri ile şeytanın velileri arasındaki fark / Pınar Yayınları. 162, -2003
[17] Ebû Nuyam Heysemî 9/376 Delalil Sayfa 208- Buhârî tarihi Bidaye 6/155
[18] Buhari ilim kitabı, ilmi muhafaza etme babı
[19] Begavi Ebû Ya’lâ, Darukutni, ibn şahin rivâyet nakletmiştir. Beyhakî 'Delâil' de Hafız ibn Hacer. İsabe 3/225 de Hafız Heytem 'Mecmau'z Zevâid' 4/297 de Suyûtî, Hasaisu'l-Kübrâ’da zikretmiştir.
[20] El-Furkan Beyne Evliyâi’r-Rahmâni ve Evliyâi’ş-Şeytâni, s. 61-62, el-Mektebu’l İslâmî, 4.Baskı, Beyrût, 1397. Trc. İbn Teymiyye, Allah (c.c.)’ın velileriyle şeytanın velileri arasındaki fark. S: 73. Pınar Yayınları, 2003.
[21] İbn Teymiyye, İktizâu’s-Sırâti’l Müstekîm, s: 373-374, Dârul Marife, Beyrut, tsz. Trc. İbnTeymiyye Sırat-ı Mustakîm Kabir Ziyaretleri bölümü tercüme Pınar Yay. s.493, bsk 2004.
[22] İbn Teymiyye, İktizâu’s-Sırâti’l Müstekîm, s: 373-374, Dârul Marife, Beyrut, tsz. Trc. İbnTeymiyye, Sırât-ı Mustakîm Kabir Ziyaretleri bölümü, tercüme Pınar Yay. s.494 bsk 2004
[23] Buhârî, Rikak 38: İbnu Mace, fiten 16
[24] İbn Kayım Ruh kitabı sayfa 304-305. Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr, no: 1529, 7/354. Tirmizî, Tefsir, 16, No: 3127, 5/298.
[25] Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, no:1529, 7/354; Tirmizî, Tefsîr, 16, no: 3127, 5/298.
[26] İbn Kayyim, Kitâbu’r-Rûh, s: 305.
[27] Beyhakî Le’lekaide Şerhus-Sünnette İbn Merde Veyh el-İsabe 2/3 İbn Kesîr Tefsir Bidaye c.7 s. 131
[28] Mekâlâtü’l-Allâme ed-Dücevî, fir-Reddi ale’t-Teymiyyîn, sh: 11-12.
[29] Ed-Dur en-Nedid, Ebû Hamit bin Merzuk (ehli sünnetin mudafası) Bedir Yayınevi sayfa 599-600, Ayrıca Ducevi, Makalat Fit-tevessül (Kitabu’l-Buğye sonunda )11
[30] Hükmün bağlandığı illet/temel sebep. Kıyas olunanın hükmünün benzerinin kıyas edilende de var olduğuna hükmetmememizi icap ettirecek.
[31] Guraba Dergisi.
[32] Buhârî, İstitâbe, 6.
[33] Buhârî, Tevhid 23: Müslim, Zekât, 143: Ebû Dâvûd, 28
[34] İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 482,483; İbn Abdilberr, İstiâb, II, 464.
[35] Elbânî, Tevessül, Arapça, s. 131.
[36] İbn Sa’d, Tabakat, V, 12
[37] Bkz. Buhârî, et-Tarihu’l-kebir, VII, 304-305
[38] İbn Hacer, İsabe, III, 484 Ahmet-el Askalâni
[39] Ducevi, Makâlât Fit’tevessül Kitâbu Beğiyyetil Vâcid’in sonunda.
[40] Buhârî, Şurût: 15, no: 2581, 2/976, Ahmed İbn Hanbel, Müsned, no: 18950, 6/498, Abdurrezzak, Musannef, no: 9720, 5/336, Beyhakî, Sünen-i Kübra, Cizye: 40, No: 18807, 9/366.
[41] Müslim, Birr: 10, No: 34, 4/1987.
Daha Fazlası Bu Kitapta...
Bu ürüne ilk yorumu siz yapın!
Ürün hakkında henüz soru sorulmamış.
Güzel
E... Z... | 22/11/2024
Güvenilir, ürünleri değerli ve kaliteli. 4-5 yıldır alışveriş yaptığım ve memnun kaldığım alışveriş sitesi. Güvenle herkese tavsiye ederim.
B... G... | 18/10/2024
Çok hızlı ve sağlam bir şekilde elime ulaştı.Çok teşekkürler
S... B... | 27/09/2024
Kitapları çok beğendim, kargo da çok özenli idi . Arkadaşım da sipariş verecek. Çok teşekkür ederim.
Canan Çatal | 26/09/2024
Çok İyi, sorun yok
fatih arı | 25/09/2024
sagolun
bilal kızılırmak | 08/08/2024
Aliveris icin tek adres kolayliklari sorunda sorunuz karsinda ulasabiliyorsunuz sorunsuz siparis verebiliyorsunuz
k... ö... | 01/08/2024
Kitap takipçileri harika...
H... Ö... | 27/07/2024
Güvenilir ve hızlı
Mustafa Varol | 12/07/2024
Güvenle alışveriş yapabilirsiniz
SEZGIN MEHMET | 14/01/2024
Tavsiye Ürünler