Ustam ve Ben, Elif Şafak
Kategori
Yayınevi
Barkod
Elif Şafak Ustam ve Ben Kitabı
Yazar
Vitrin Katagorisi
403,20 ₺
Ustam ve Ben - Elif Şafak - 480 Sayfa
"Ustam ve Ben, tarihi kişiliklerin, camilerin, kütüphanelerin, türbelerin, köprülerin resmigeçit yaptığı, rengârenk, canlı, sürprizlerle dolu bir dönem hikâyesi…"
"Elif Şafak’ın muazzam hayal gücü ve zengin diliyle Osmanlı tarihinin derinliklerine doğru şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyoruz. Karşılıksız bir aşk, iktidar kavgaları, yobazlığın ortasında yeşeren sanat ve beklenmedik bir ihanet…
Bir tarafta bilime ve öğrenmeye inananlar, bir tarafta gelişmeyi durduranlar…
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Yazar: Elif Şafak
Editör: Omca A. Korugan
Kapak Tasarım: Uğurcan Ataoğlu
Katagori: Türk Edebiyatı - Roman
Sayfa Sayısı: 480
Boyut: 14 x 21 cm
Basım Yeri: İstanbul
Basım Tarihi: 2014
Kapak Türü: Karton Kapak
Kağıt Türü: Kitap Kağıdı
Dili: Türkçe
Dağıtım: Kitap Takipçileri
Temin Süresi: Aynı gün kargo
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Öğrenme aşkıyla geçti ömrümüz, aşkı öğrenemesek de…
Tarihimizin en önemli ve çalkantılı dönemlerinden biri olan 16. yüzyılda İstanbul… Hindistan’dan gelen beyaz bir fil ve onun sırlarla dolu bakıcısı: Çota ile Cihan. Filbaz aynı zamanda bir üstadın çırağı. Ustası ise Sinan. Bu toprakların yetiştirdiği en büyük mimar.
Elif Şafak’ın muazzam hayal gücü ve zengin diliyle Osmanlı tarihinin derinliklerine doğru şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyoruz. Karşılıksız bir aşk, iktidar kavgaları, yobazlığın ortasında yeşeren sanat ve beklenmedik bir ihanet…
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Bir tarafta bilime ve öğrenmeye inananlar, bir tarafta gelişmeyi durduranlar…
Ustam ve Ben, tarihi kişiliklerin, camilerin, kütüphanelerin, türbelerin, köprülerin resmigeçit yaptığı, rengârenk, canlı, sürprizlerle dolu bir dönem hikâyesi…
Öyle bir hayal dünyası ki içindeki konular ve tartışmalar günümüze dair de çok şey söylüyor. Uzun süre hafızalardan silinmeyecek, çok konuşulacak bir roman.
"İstanbul dediğin unutkanlıklar şehri. Orada her şey suya yazılmış. Ustamın eserleri hariç, onunkiler taşa kazınmış. O taşlardan birine bir sır sakladık. Çok zaman geçti üzerinden, nice alametler birikti ama hâlâ orada olmalı, bıraktığımız noktada. Bilmem bulan çıkar mı? Bulsa bile anlar mı? Ustamdan geriye kalan yüzlerce eserden ve binlerce, binlerce taştan bir tanesi var ki, altında gizli Arzın Merkezi.”
***
Allah’ın yarattığı, şeytanın şaşırttığı bunca insandan sadece bir avucu keşfedebilmiş Arzın Merkezini – iyi ile kötünün, geçmiş ile geleceğin, ben ve sen ayrımının kalmadığı; zamanın hep bu an olduğu, kavgasız savaşsız bir asude diyar. Buldukları yer öylesine güzelmiş ki dilleri tutulmuş.
Melekler kaderine acıyıp iki seçenek sunmuşlar. Şayet konuşma kabiliyetlerini geri almak istiyorlarsa, gördüklerini unutmaları gerekiyormuş. Her şey silinecek ama kalplerinde bir boşluk kalacakmış. Eğer gördüklerini hatırlamayı tercih ediyorlarsa, o zaman da zihinleri bulanacakmış. Böylece, kimsenin bilmediği o beldeye varanların yarısı, yüreklerinde bir eksiklik duygusuyla dönmüş. Yansı da akılları karışmış halde. Hasret çekenlere "âşıklar” denmiş; kafâsında sorular olanlara da "şakirtler.” Birinciler aşkı öğrenenlermiş, İkinciler ise öğrenmeye âşık.SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Böyle derdi ustam Sinan, biz dört çırağına. Başını yana eğip gözlerimizin içine bakardı, ruhumuzu görmek istercesine. Biliyorum doğru değildi böyle düşünmem; kimdim ki ben, cahil bir oğlan, ama ne vakit ustam bu hikâyeyi anlatsa, diğer üçünden ziyade bana hitap ettiği hissine kapılırdım. Sanki bir şey vardı benden, en genç çırağından beklediği. Bakışları yüzümde oyalanırdı. Gözlerimi kaçırırdım. dun onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkarak. Kim bilir, belki de anlamıştı kuyumu. Daha başından biliyordu ne kadar azimli bir öğrenci olacağımı ama iş sevmeye ve sevilmeye gelince hep geride, hep acemi kalacağımı.
Keşke geçmişe bakıp diyebilsem ki, öğrenmeye sevdalandığım kadar sevmeyi de öğrendim şu hayatta. Ama yalan söylersem yarın bir gün cehennemde benim için de bir kazan kaynayabilir. Zira çok yaşlandım. Bir çınar ağacıyım; bir ayağım burada, bir ayağım çukurda.
Biz altı can idik: Usta, dört çırak ve beyaz fil. Beraber yaptık her şeyi. Köprüler, camiler, medreseler, kervansaraylar inşa ettik. 0 kadar uzun zaman önceydi ki hafızam hatıraları eritip som bir sızıya çevirdi. Yüzlerini bile unuttum. Ne tuhaf sözleri hatırlıyorum oysa; verdiğimiz ve sonra tutamadığımız tüm sözleri. Etten kemikten yapılma suratları unutup, nefesten müteşekkil kelimeleri hatırlamak ne garip.
Hepsi gittiler. Tek tek. Bir ben kaldım geride. Neden onlar öldü, bense bu yaşa kadar durabildim Tanrı bilir. Her gün düşünüyorum maziyi. Geride bıraktığım şehri. İnsanlar yürüyüp geçiyordur şimdi; görmeden, düşünmeden. Zannediyorlar ki etraflarındaki binalar ta Nuh Nebi’den beri orada. Halbuki biz yükselttik onları; günbegün, senebesene. İstanbul dediğin unutkanlıklar şehri. Orada her şey suya yazılmış. Ustamın eserleri hariç, onunkiler taşa kazınmış. O taşlardan birine bir sır sakladık. Çok zaman geçti üzerinden, nice alametler birikti ama hâlâ orada olmalı, bıraktığımız noktada. Bilmem bulan çıkar mı? Bulsa bile anlar mı? Ustamdan geriye kalan yüzlerce eserden ve binlerce, binlerce taştan bir tanesi var ki, altında gizli Arzın Merkezi.
Agra/Hindistan-ı 632
***
İstanbul / 22 Aralık 1574
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Karanlığın derinlerinden gelen tok ve tehditkâr gürlemeyi duyduğunda vakit gece yansını çoktan geçmişti. Tanıyordu sesin sahibini: Kaplan. Yüz altmış okka ağırlığında, dört endaze boyunda kızılkahve kürklü bir Hazar kaplanı. Hayvanı kimin -veya neyin- tedirgin etmiş olabileceğini düşündü korkuyla. Şu anda cümle âlem uykuda olmalıydı – insanlar, hayvanlar ve cinler. Yedi tepeli şehirde, sokakları arşınlayan bekçiler hariç, sadece iki çeşit insan ayakta olurdu bu tekinsiz saatte: Ya ibadet edenler ya günaha meyledenler.
Cihan da uyanıktı. Çalışıyordu.
"Çalışmak, bizim gibiler için ibadet sayılır” derdi ustası. "Biz duamızı da, niyazımızı da böyle ederiz.”
"Peki ya Yaradan? O nasıl karşılık verir?” diye sormuştu Cihan bir kez.
"Bize daha çok iş çıkararak tabii ki!”
Valla, şayet öyleyse senelerdir Kadiri Mutlaka epey yakınlaşmış olmalıyım, diye geçirmişti akimdan hınzırca. Zira bir değil, iki meşgalesi olduğundan, çifte ter döküyordu. Hem filbazdı, hem mimar çırağı. îki zanaatı vardı, iki tutkusu. Lâkin biricikti ustası. Hürmet ettiği, hayranlık beslediği ve içten içe, bir gün ondan daha mahir olmayı dilediği tek insandı Mimarbaşı Sinan.
Haftada birkaç kez, ustası Cihan’a ve diğer üç çırağına yeni bir vazife verirdi. Bazen tek göz bir kulübe resmetmek kadar basit olurdu ödevleri. Bazen daha çetrefil: Bir konağın sağlamlığından feragat etmeden içindeki sütunların nasıl azaltılacağını sorardı mesela; taşlan sıkıca tutan ama zamanla kuruyup çatlayan bir harcın yerine ne kullanılabileceğim; toprağın altından ve üstünden geçen su kanallarının zamanla tıkanmasına nasıl mâni olunabileceğini… Tüm bu sorulan kendi başlanna cevaplamalan gerekiyordu. Aralarında fikir alışverişinde bulunabilir ama katiyen birbirlerinin taslaklarına göz atamazlardı.
"Mimari takım işidir” derdi ustası. "Çıraklık ise tam tersidir maalesef.”
Gene bir sefer dayanamayıp sormuştu Cihan: "Neden müsaade etmezsin birbirimizin yaptıklarını görmemize?”
"Çünkü karşılaştınrsınız. Şayet berikinin yaptığını kendinizinkinden hakir bulursanız, kibir düşer kalbinize. Yok eğer diğerininki daha âlâ gelirse, bu sefer de başlar haset içinizi kemirmeye. Her halükârda zehirdir bünyeye. Bir çırak için en hayırlısı, hiç bakmamaktır diğer çırakların işlerine.”
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Hassa mimarlarının başı olarak Üstat Sinan’ın yüzlerce talebesi, binlerce işçisi ve bir o kadar ona bağlı neferi vardı. Fakat senelerdir hep aynı dört çırakla yakından çalışırdı. Gerçi birer birer hepsi kalfalık mertebesine ermişti ama herkes onlardan hâlâ çarçırak diye bahsederdi. Nasıl ki dört maddeden oluşmuşsa kâinat -su, ateş, hava ve toprak- onlar da kendi evrenlerinde anasır-ı erbaa idi. Dördünün de karakteri farklıydı. Adeta ayrı unsurlardan yapılmışlardı: cam, metal, tahta ve mermer. Kimse bunu dillendirmese de herkes bilirdi ki gün gelip, ustalarının fani ömrü tükendiğinde, onun yetiştirdiği bu dört oğlandan biri yerini alacaktı.
Cihan, Sinan’ın çıraklarından biri olduğu için mutluydu ama inanmakta güçlük çekiyordu bu kadar yükselebilmiş içoğlanı odaları talebesi varken ustası tutup onu -basit bir hizmetkâr, sıradan bir hayvan terbiyecisi- seçmişti. Bunu bilmek Cihan’a gurur değil, endişe ve evham veriyordu. Hayatında hiç kimse ona Sinan gibi destek çıkmamıştı. Bunca zamandır emrinde çalışıyordu ama ona inanan bu insanı hüsrana uğratmaktan hâlâ korkuyordu.
Bu haftaki görevleri, pencereleri sivri kemerli ve üstü kubbeli bir hamam resmetmekti. Üstadın talebi gayet açıktı: Sekizgen göbektaşı yüksekçe olacak, altına yerleştirilecek kazan dairesinin hararetiyle ısınacak; duvarların içine gizlenmiş dehlizler vasıtasıyla duman tahliye edilecek; girip çıkan erkeklerle kadınlar birbirlerini görmesin diye hamamın iki ayrı kapısı olacak ve bunlar iki ayrı sokağa açılacaktı. İşte gecenin o geç vaktinde Cihan, Topkapı Sarayı’nın hayvanat bahçesindeki barakasında, kabaca yontulmuş bir masada oturmuş, bununla uğraşmaktaydı.
Arkasına yaslanarak çatık kaşlarla resmini inceledi. Zarafetten ve ahenkten mahrum buldu eserini. Halvetlerin üzerindeki küçük kubbeleri oturtamamıştı. Hep böyleydi, kubbe tasarlamakta zorlanıyordu. Binalar değil, tepeleriydi onu uğraştıran. Damlarla cebelleşeceğine tırnaklarıyla temel kazmayı tercih ederdi. Çatılardan hepten kurtulmanın bir imkânı olsaydı keşke – âdemoğulları, havvakızları gökyüzünün altında apaçık ve özgürce yaşayabil şeydi; yıldızları seyredip, yıldızlarca seyredilmeyi göze alarak.
Tam yeniden çizmeye başlayacakken -saray kâtiplerinden kâğıt aşırmıştı- bir kez daha kaplanın sesini duydu. Tüyleri diken diken oldu. Nefesini tutup kulak kabarttı, insanın kanını donduran cinsten bir ihtar sesiydi işittiği. Görünmeyen bir düşmana, daha fazla yaklaşmaması için savrulmuş bir tehdit!
Cihan kapıyı usulca açtı ve etrafı saran kesif karanlığa dikti gözlerini. Bir hırlama daha yükseldi o anda, diğerlerinden de tehditkâr. Aniden öteki hayvanlar da başladı feryada: Papağan bir çığlık attı kuytuda; gergedan böğürdü; ayı öfkeyle homurdandı; aslan kükredi; leopar tıslayarak gözdağı verdi. Tavşanlar, ne vakit korkuya kapılsalar yaptıkları gibi ayaklarıyla pat pat yere vuruyordu. Maymunlar, sayıları beş olmasına rağmen bir orduya bedel patırtı çıkarıyordu. Bu arada atlar ahırlarında huzursuzca kişnemekteydi. Bütün bu curcunanın orta yerinde kısa, kesik bir homurtu çalındı kulağına; gürültüye dahil olmak istemezmiş gibi gönülsüzce bir çıkış. Beyaz filin sesiydi bu. Sevgili Çota! Belli ki bir şey ürkütmüştü bütün bu mahlukları. Bu her neyse, hâlâ etrafta, hatta yakında olabilirdi. Yağ kandilini eline alıp avluya çıktı.
Otlardan ve bitkilerden yükselen baygın bir rayiha hâkimdi serin havaya. Daha iki adım atmıştı ki bir ağacın altına toplaşmış, fisıldaşan hayvan terbiyecilerini fark etti. Geldiğini görünce başlarını kaldırıp baktılar. Kaygıları yüzlerinden okunuyordu.
"Neler oluyor?” diye sordu Cihan.
"Hayvanlar gergin” dedi zürafa terbiyecisi Dara, kendi daha da gergin.
"Belki kurt dadanmıştır” dedi Cihan.
Ne de olsa daha evvel başlarına gelmişti. Takriben iki sene evveldi. Bıçak gibi keskin ve soğuk bir kış gecesi kurtlar şehre inmiş; Yahudi’si, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı demeden tekmil mahalleleri basmışlardı. Bir iki tanesi, nasıl olduysa, sarayın kapılarından içeri sızmış, haşmetli sultanın ördek, kaz, kuğu ve tavus kuşlarına musallat olmuştu. Amma kargaşa çıkmıştı. Günlerce çalıların altından kanlı kuş tüyleri toplamışlardı. Fakat şimdi ne kar vardı ortada, ne de öyle fevkalade bir ayaz. Hayvanlan huylandıran şey, sarayın dışından değil, içinden geliyordu.
"Her köşeye bakın” dedi aslan terbiyecisi Olev – yukarı kıvrılan bıyıkları ve alev rengine çalan uzun saçlanyla iriyarı bir adamdı. Bu cıva gibi hareketli, adaleli hizmetkâr, herkesten hürmet görürdü. Olev’in haberi olmadan kimse adım atamazdı. Aslanlara ve kaplanlara söz geçirebilen kişi, sultanın dahi az biraz gıpta ettiği biriydi.
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Sağa sola dağılıp ahırları ve ağıllan, kümesleri ve kafesleri yokladılar; kaçak hayvan var mı diye baktılar. Sultanın yaban hayvan koleksiyonundaki cümle mahlukat yerli yerinde görünüyordu. Aslanlar, maymunlar, sırtlanlar, leoparlar, yassı boynuzlu erkek geyikler, tilkiler, kakımlar, vaşaklar, yabankeçileri, yabankedileri, ceylanlar, tavus kuşlan, yabani katırlar, dev kaplumbağalar, karacalar, devekuşları, ördekler, kuğular, kazlar, kirpiler, kertenkeleler, tavşanlar, yılanlar, zebralar, zürafa, kaplan ve fil.
Cihan Çota’ya bakmaya gittiğinde, ağırlığı doksan kantan aşkın, boyu neredeyse beş arşın olan beyaz fili ürkmüş ve huzursuz buldu. Koca kulakları rüzgârla dolmuş yelkenler gibi açılmıştı. Huyunu suyunu gayet iyi bildiği hayvana gülümsedi.
uNe oldu? Tehlike kokusu mu aldın?” diye sordu Cihan. Her daim kuşağının içinde hazır bulundurduğu bademlerden bir avuç uzattı.
Hayatında bir ikramı reddettiği vaki olmayan Çota gözlerini kapıdan bir an olsun ayırmadan hortumunu kıvırdı, bademleri ağzına attı. Devasa ağırlığını yere sabitlediği ön ayaklarına vererek durdu; uzaklardan gelen bir sese kulak kabarttı.
"Sakin ol! Korkacak bir şey yok” dedi Cihan tatlı tatlı, ama söylediğine ne kendini inandırabildi, ne fili.
Tekrar bahçeye çıktığında Olev’in sesi çalındı kulağına. "Her yere baktık! Hiçbir şey yok!”
"Ama hayvanlar durmuyor…” diye itiraz edecek oldu birisi.
Olev adamın lafını keserek Cihan’ı işaret etti. "Hintli doğru söyler. Kurttu zaar. Veya çakal. Her halükârda belli ki gitmiş. Hayvanlarınızı sakinleştirin. Beceremezseniz zıbarıp yatın. Haydi, uzatmayın.”
Bu defa kimse itiraz etmedi. Başlarını sallayıp mırıldanarak dağıldılar. Hatır hutur sert, üstelik bitli pireli de olsa, bildikleri tek sıcak yerdi ottan döşekleri. Oraya döndüler ayaklarını sürüye sürüye. Bir, Cihan kaldı geride.
"Sen gelmiyor musun Hintli?” diye seslendi timsah bakıcısı Kato.
"Birazdan” dedi Cihan. İç avludan yükselen bir inilti dikkatini çekmişti.
Aklı yarım bıraktığı çizimdeydi. Ertesi gün ustasına teslim etmeliydi. Buna rağmen barakasına gitmek için sola döneceğine sağa, iki avluyu birbirinden ayıran duvara doğru seğirtti. En uçtaki leylağa yöneldi. Ne çok hatırası vardı bu ağacın altında. Onun ve sevdiceğinin. Yüreği sızladı. Şu dalların dili olsa da anlatsalardı. Bunu düşünmesiyle pişman olması bir oldu. İyi ki yoktu ağaçların ağızlan. İsmini bile anamadığı o sevgiliyle arasında geçen her şey bir sırdı ve hep öyle kalmalıydı.
Az ötede duran bir gölge fark etti. Eli ayağı buz kesti. Az kalsın arkasına bakmadan kaçıp gidecekti. Ancak tam o anda dönüp yüzünü gösterdi karaltı: Sibiryalı Taraş. Bin musibetten, kırk illetten, her felaketten sağ çıkmayı başaran bu adamcağız herkesten daha eskiydi buralarda. Yaşını bilen yoktu. Kendi dahil. Neler görmemişti ki. Kudretlilerin devrilişine, en azametli kavukları taşıyan kafaların çamurlarda yuvarlanışına şahit olmuştu. Sadece iki şey bakidir, derdi hizmetkârlar. Bir, Sibiryalı Taraş, bir de Osmanlı saltanatı. Gerisi fanidir…
"Sen misin Hintli?” diye sordu Taraş. "Hayvanlar uyandırdı seni de, ha?”
"Öyle. Bir ses duydun mu az evvel?” ihtiyar adam cevap vermedi.
"Şuradan geldi” diye ısrar etti Cihan, boynunu uzatarak.
Önü Bira kara akikten bir kütle gibi dikilen duvara baktı. Sarayın üstüne çöken sis, aralarında fısıldaşan hayaletlerle doluymuş gibi geldi birden. Tüyleri ürperdi.
Kof bir çatırtı aksetti avlunun beri tarafından. Ardından ayak sesleri dökülüverdi şelale gibi, sanki bir sürü insan koşuşturuyordu sağa sola. Derken bir âdemoğlundan çıkamayacak kadar vahşi bir feryat yükseldi sarayın bağrından. Hızla sustu ya da susturuldu; boğuk bir hıçkırığa dönüştü. Bir köşeden başka bir çığlık yırttı geceyi. Belki de ilkinin kayıp bir yankısıydı, kim bilir? Sonra aniden her şey sessizliğe gömülü verdi. Cihan gayriihtiyari duvara doğru hamle etti.
"Nereye gidiyorsun çılgın?” diye fısıldadı Taraş, gözleri çakmak çakmak. "Yasak!”
"Neler oluyor merak ediyorum.”
"Bizi alakadar etmez” dedi ihtiyar. "Uzak dur.”
Cihan bir an tereddüt etti. "Gidip bir bakayım. Eğer bir şey göremezsem hemen dönerim.”
Taraş iç geçirdi- "Yapma desem, dinlemezsin biliyorum. Aman ha, içerilere girmeye kalkma evlat. Duvara yakın kal. Anlıyor musun?”
"Tasalanma, gitmem bir yere.”
"Ey, peki. Ben burada beklerim seni. Dönene kadar uyumam.”
"Yapma desem, dinlemezsin biliyorum” dedi Cihan muzip bir tebessümle.
Bir avludan berikine geçmek o kadar kolay değildi. Ama Cihan etrafına hâkimdi. Ne de olsa geçenlerde ustasıyla beraber saray mutfaklarının onarımında çalışmıştı. Birlikte haremin bazı kısımlarını da büyütmüşlerdi. Son zamanlarda hatırı sayılır şekilde artmıştı ya saray nüfusu, ha bire eklemeler yapmak gerekiyordu. Tadilat esnasında işçiler esas kapıyı kullanmamak için duvarda bir delik açıp kestirme yol yaratmıştı. Çini sevkiyatında gecikme olunca burayı…
Kitap Hakkında roportaj:
Elif Şafak'ın yeni romanı "Ustam ve Ben” (Doğan Kitap) hafta içi raflardaki yerini aldı. Bir fil ile filbazın saraydaki hayatlarına, oradan Mimar Sinan'la dostluklarına uzanan hikâyede sürprizlerle dolu bir sona ulaşılıyor. Şafak ile son romanını konuştuk.
-Ustam ve Ben'de artı ve eksi yönleriyle bir Mimar Sinan resmi çiziyorsunuz. Sinan'a ilginiz nasıl başladı? Sizi Sinan'a yönlendiren ne oldu ve onda ne aradınız?
Hep Sinan'ın muhteşem eserlerinin yanından geçip gidiyoruz ama pek sormuyoruz kendi kendimize, "Acaba nasıl inşa edildi bu camiler, köprüler, medreseler?” Ben biraz durup bir bakmak istedim, okumaya başladım. Öteden beri Sinan'a hayranlığım hep vardı, ama hayatını bu kadar yakından bilmiyordum. Okudukça kişiliğine de çok büyük saygı duymaya başladığımı fark ettim ve beni içine çekti. Çok üzücü buluyorum, hem Sinan Sinan diye ismini zikrediyoruz ama aslında o kadar tanımıyoruz ve dünyaya da çok az anlatıyoruz. İstedim ki hikâyesi daha iyi bilinsin. Klişelerin ötesinde, insan olarak, kahramanlaştırmadan, putlaştırmadan, heykelleştirmeden... Zaaflarıyla, o müthiş çalışkanlığıyla, en önemlisi kalfaları, çırakları, onunla beraber çalışan muazzam bir ekip var. Biz bunu hiç düşünmüyoruz. Bir caminin inşası bazen 8-9 sene sürebiliyordu. Kaç kişi çalıştı acaba, onların hikâyeleri neydi? Cami yapımı esnasında hayatını kaybedenler vardı, neler yaşadılar, ne zorluklar çektiler, hep bunlara ışık tutan bir roman yazmak vardı gönlümde, öyle öyle şekillendi.
Ustam ve Ben'in çekirdeğinde ne var? Bu kitabın özünü sorsam ne derseniz?
Öğrenme aşkı var derim. Mimar Sinan'da beni en çok etkileyen damarlardan biri oydu. O kadar çalışkan bir insan ki, hiç boş bir anı geçmemiş, tembellik etmemiş. Yaşı ilerleyince, onu sevenler istiyor ki artık biraz evde otursun, çocuklarıyla vakit geçirsin ama o sürekli çalışıyor, son ana kadar, yatağa düşene kadar. Çünkü bu insanlar, gökbilimci Takiyeddin de öyleydi, kendilerindeki yeteneğin Tanrı’nın onlara lütfettiği bir hediye olduğunu düşünüyorlar. O hediyeye layık olmak için çalışmaları gerektiğine inanıyorlar. Bu aslında Yaradan’la yaptıkları bir akit, bir sözleşme... Sinan'a baktığımda çalışarak ibadet eden birini görüyorum. Bu fikri kovalamak istedim.
Kitapta Mimar Sinan, kalfası Cihan ve fil Çota'nın hikâyesinin yanında, yer yer akışa dâhil olup sonra oyundan çıkan bir sürü olay ve karakter var. Onlarla boşluklar mı bırakmak istediniz?
Onlar benim için halının motifleri gibi. Okur tekrar döndüğü zaman ana hikâyeye, tazelenerek geliyor. Bir onun için yaptım, yani roman tekniği açısından. Ama bir de çok daha renkli, çok sesli bir Osmanlı panoraması sunmak istedim, bu benim için önemliydi. Biz Osmanlı'yı hep insansız anlatıyoruz, hâlbuki o kadar çoğulcuydu o kadar çok renkliydi ve çok sesliydi ki, onları da hatırlatmak istedim. Resmî tarihin görmediği, yok saydığı, kenara ittiği insanları, kesimleri, konuları hatırlatmak için sürekli tabloya o renkleri eklemek çabası bilinçliydi.
Çingenelerin ötekileştirilmesinden Yahudilere ve Hıristiyanlara yapılan saldırılara, cücelerin, farklı olanların hiç de kabul görmemişliğine değiniyorsunuz. Osmanlı'ya bakışımızdaki romantizmi üzerimizden atıp gerçeklerle yüzleşmemizi mi istediniz?
Türkiye'de her şey çok politize olduğu için, tarihi okumalarımız da çok politize oldu. Bizde genelde şöyle iki eğilim gelişti. Bir: tarihi hiç umursamayanlar, bilmeyenler, modernleşme adına sırtını tamamıyla bu kültürel mirasa çevirerek olduğu gibi batıyı takip etmeye çalışan bir eğilim. İki: bu eğilime tepki olarak çıkan bir de karşıt eğilim oldu. Onlar da ecdadımız ne yaptıysa doğru yapmıştır diyerek bu sefer tarihi romantikleştirdiler, yücelttiler ve bence dondurdular. Ne o, ne bu... İkisi de gerçekçi değil, ikisi de politikadan besleniyor, tarihi sevgisinden değil. Bizim çıkış noktamız tarih sevgisi olmalı. Nasıl ki bugün çok çelişkiler varsa, dün de çelişkilerimiz vardı. O yüzden kutuplaşmadan, aşırı politize olmadan ve insanı öne çıkararak okuma yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Temel çıkış noktamız insan olmalı.SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Cihan bir yerde diyor ki, "Ama insan öyle mi? İster aç olsun ister olmasın, fenalık etmiyor mu? Demem o ki, karnı tok bir aslanın yanında mı daha rahat uyursunuz, yoksa karnı tok bir yabancının mı?” Sizin için de bu böyle midir?
Tabii Cihan çok sorguluyor, çünkü hayvanları kendimizden aşağı görüyoruz ama hayvan kötülük etmiyor; fesatlık, dedikodu, habislik etmiyor. Açsa hayatta kalmak için bir başka hayvanın canını alıyor ama bunu anlayabilirsiniz. Arkadan iş çevirmiyor, çamur atmıyor, dedikodu yapmıyor, öyle düşününce hangimiz daha üstünüz acaba, tartışılır. İnsan çok özel bir mahlûk, çok güzel şeylere de yeteneği var ama maalesef çok alçalmaya da eğilimi var. Bence romancının işi de bunu anlatmak zaten. Ben yazarken çok içime dönüp bakıyorum, inşallah her okurun kendi içine dönüp bakmasını sağlar.
SİTE: www.kitaptakipcileri.com
‘Sinan’ın mirasını geriye götürdük’
Sinan günümüz İstanbul’unu görseydi, ne hisseder, ne söylerdi?
Ağlardı. O kadar hoyratız ki bu şehre karşı. Ne tarihini, ne dokusunu, ne yeşilini muhafaza ediyoruz. Çok hoyrat davrandığımızı düşünüyorum. Beni Sinan’da en çok etkileyen noktalardan biri buydu. Sadece inşa etmekle kalmıyor, şehri korumak için inanılmaz bir mücadele veriyor. Sokakların belli bir genişlikte tutulması, iki kattan fazla kat çıkılmaması gibi. Sinan’ın bize hatırlattığı, şehrin bir canı, bir ruhu var, o bizden daha yaşlı, daha kadim. Estetik yok, güzellik yok, sağlamlık da yok, geldik bu güne. Acı olan da bu, Sinan’ın mirasını ilerletmek yerine, geriye götürdük biz.SİTE: www.kitaptakipcileri.com
Bu ürüne ilk yorumu siz yapın!
Ürün hakkında henüz soru sorulmamış.
Güzel
E... Z... | 22/11/2024
Güvenilir, ürünleri değerli ve kaliteli. 4-5 yıldır alışveriş yaptığım ve memnun kaldığım alışveriş sitesi. Güvenle herkese tavsiye ederim.
B... G... | 18/10/2024
Çok hızlı ve sağlam bir şekilde elime ulaştı.Çok teşekkürler
S... B... | 27/09/2024
Kitapları çok beğendim, kargo da çok özenli idi . Arkadaşım da sipariş verecek. Çok teşekkür ederim.
Canan Çatal | 26/09/2024
Çok İyi, sorun yok
fatih arı | 25/09/2024
sagolun
bilal kızılırmak | 08/08/2024
Aliveris icin tek adres kolayliklari sorunda sorunuz karsinda ulasabiliyorsunuz sorunsuz siparis verebiliyorsunuz
k... ö... | 01/08/2024
Kitap takipçileri harika...
H... Ö... | 27/07/2024
Güvenilir ve hızlı
Mustafa Varol | 12/07/2024
Güvenle alışveriş yapabilirsiniz
SEZGIN MEHMET | 14/01/2024
Tavsiye Ürünler